Haberler

12/07/2012

GASTRONOMİ YOLU NUMAN SERTELİ'NİN BLOG SİTESİNDE

GASTRONOMİ YOLU NUMAN SERTELİ'NİN BLOG SİTESİNDE

"Saklı kalmış güzellikleri ortaya çıkaran, unutulmaya yüz tutmuş yemekleri yaşatmayı hedefleyen ve Çorum’un aslında bir lezzet durağı olduğu iddiasını ortaya koyan Kızılırmak Havzası Çorum Gastronomi ve Yürüyüş Yolu, Kızılırmak nehrinin kılavuzluğunda trekking, bisiklet, kültür, manzaralı araç yolu ve jip safari gibi farklı konseptteki rotalarıyla, aktiviteye olduğu kadar damak tadına da önem veren doğaseverlerin hizmetine sunuluyor.

Binlerce yıllık serüveninde nice insanın kıyısında azıklarını yediği, nice kervanın sularını içtiği Kızılırmak nehrinin kültürel hafızasını günümüze taşıyan Gastronomi ve Yürüyüş Yolu ekoturizm çalışmamızın açılış şenliğinde sizi de aramızda görmekten kıvanç duyarız."

Çorum Valisi Sayın Nurullah Çakır'dan böyle bir davet aldığımda şaşırmadım desem yalan olur..

Nerden bakarsanız bakın- şu 'tuhaf ve güzel' ülkemizde, sinema yazarı ya da film eleştirmeni denildiğinde ilk akla gelen dört beş isimden biri olduğumun farkındaydım elbette; lâkin, sinema dışındaki ilgi alanlarımın, özellikle de trekking ve gastronomi tutkumun ta Çorum'lardan duyulmasına şaşmamak ne mümkün..

Görünen oydu ki elim kolum 'resmen' bağlanmıştı..

Bir zamanlar, tam dört ay süren askerlik hizmetinden dahi kaçmamış bir vatan evladı olarak, devletimizin bana tevcih ettiği üç günlük bu yeni göreve nasıl hayır derdim..

Neyse.. Palavrayı keselim ve gelelim, aklımda ve damağımda kaldığı kadarıyla bu leziz seyahatten notlara..

Birinci Gün: Leblebi Koydum Tasa Kız Annem

 

Cuma günü sabahtan vardığım A.H. Limanı'nda, başkentimiz Ankara'ya gitmek üzere, uygun gördüğüm bir uçağa atladım..

Koridor tarafında yerimi almış, üç kişilik koltuk sırasının cam kenarına oturmuş arkadaşın tipine bakarak, Japon olduğuna karar vermiştim..

Orta koltuğun boş kalmasından duyduğum memnuniyetten sırıtan suratımla tam sohbeti başlatacaktım ki sıra arkadaşımın uyuduğunu gördüm..

Fakir yazarınız, ilk defa uçak görmüş çocuk heyecanıyla kıpır kıpırken, daha kalkış bile yapmadan uçakta uyuyabilen bu adamdan anında nefret etmiştim.. Gün gelip de bir gün bir Japon'dan nefret edebileceğim, doğrusu hiç aklıma gelmezdi..

Kemerleri bağladıktan, Türk Hava Yolları'nın adı -nedense- İngilizce olan dergisine şöyle bir göz attıktan, ceylan gözlü hostes kızımızın -herkesin gözü önünde- özüme yönelik manalı işmarlarına yüz vermedikten ve başı öne eğik vaziyette püfleyerek horlayan Japon'un ensesine tokadı şaplatmaktan -son anda- vazgeçtikten sonra, yemek servisini bekledim..

Bu 'soğuk' servis benim için, Kızılırmak Havzası mutfağına dalmadan önce mini bir antrenman olacaktı..

Ağzımda gacır gucur sesler çıkardıktan sonra miğdeme yuvarlanan buz gibi sandviç ve berbat bir tadı olan meyveli yoğurtla, koskoca THY sınıfta kalmıştı.. Küçük bir pakette sunulan kuru üzümle bize ne ima ettiklerini ise hiç anlamadım..

Bütün bunları elbette hiç dert etmedim; ziyafetlerin en şahanesi, Kızılırmak kıyısı boyunca ve tam üç gün süreyle beni bekliyordu..

Ankara'ya hoş bulduk..

Havalimanından topladıkları davetlileri minibüslere dolduran görevlilerle birlikte Çorum'a hareket ettik..

Mesafe uzundu ama aldığımız müjde sevindiriciydi; Çorum'a gelmeden, Sungurlu ilçesindeki Mavi Ocak adlı dinlenme tesisinde mola verilecekti..

'Dinlenme tesisi'ni ben uydurmuş olmalıyım..

Oysa burası geniş bir bahçe içine konumlandırılmış otel ve restoranmış ki, doğrusu taze başladığımız etkinliğe bu iyi bir başlangıç oldu..

Bu arada, yalnız başladığım yolculuğumu -tamamen şu kahredici karizmamın etkisiyle- yeni tanıştığım, sayıları yarım düzineyi bulan, birbirinden alımlı kadın gazetecilerle birlikte sürdürüyordum..

Ki bu durumun, utangaç mizacım nedeniyle iyice hassaslaşan bünyemi -üç gün boyunca- epeyi bi zorladığını itiraf etmeliyim..

Mavi Ocak'ta yediğimiz en özgün yemek Tokat Kebabı'ydı..

(Bu yemeği tanıyorum tamam, ama şimdi düşünüyorum da Çorum'un bir ilçesinde bize neden Tokat Kebabı ikram edilsin.. Demek istediğim, bu yemeğin adı farklı olabilir.. Bu durum -bir gastronom olarak- tamamen benim meslek pratiğimle ilgili bir problem.. Benim için yemek, yemek yemektir.. Onun adı ve tarifi benim için hep ikinci plândadır.. İlerleyen bölümlerde de bu türden karıştırmalar olabilir, uyarayım dedim)

Dik olarak ayarlanmış bir kömür fırınına, yine ataşe paralel olarak yukarıdan aşağıya sarkıtılan şişlere takılı etlerin pişirildiği; bunun yanı sıra patlıcan, patates, biber, domates ve sarımsakların da aynı işlemden geçerek, lavaşlarla servis edildiği bu yemeğin -bana göre- en ilginç yanı, etinden ziyade, kabuğuyla falan komple közlenmiş sarımsakların tek tek kolayca soyulan tanelerinin kazanmış olduğu harika lezzet idi..

Yalnız et deyince, arada ayrıca servis edilen o yumuşacık pirzolanın tadı, her şeyi unutturacak kadar güzeldi..

Hepsinin üzerine de gayet hafif ve leziz bir baklava geldi ki, karşımda oturan -manken zarafetindeki- bir hanım gazetecimizin önündeki bir tepsi tatlının her bir dilimini çok kısa bir sürede gözden kaybetmesini izlerken, resmen dilim tutuldu..

Yemek sonrası çaylar içildikten, sigaralar da -ben hariç- tüttürüldükten sonra, tekrar yola koyulduk.. Ver elini Çorum!

Kentin tek beş yıldızlı oteli olan Anitta Otel'e yerleştirilen tüm konukları akşam, Çorum Müzesi'nde verilecek olan, 'Hititlerden günümüze Çorum mutfağı lezzetleri' kokteyli bekliyordu..

Yalnız, 'kokteyl' sözcüğündeki hafifliğe kanmamak gerek..

Soğuktan sıcaklara, meyvadan tatlılara, o kadar çok çeşit yiyecek ve içecek bizleri karşıladı ki belki buna 'ayaküstü ziyafet' demek daha doğru olacaktı..

Vali Bey'in de bizzat bulunduğu bir heyetin katılımı ve konuşmalarıyla başlayan kokteylin tek ve de en büyük eksiği alkollü içecekti..

Zaten ben de çevremdekilere, konuyla ilgili gecenin vecizesini çoktan patlatmıştım bile: 'Alkolsüz kokteyl, yoğurtsuz iskendere benzer.'

Plânlandığı üzre, önce Çorum Müzesi'nin oldukça geniş bahçesine hazırlanan kokteylin, bizler gelmeden önce başlayan yağmurla birlikte, apar topar müze içine taşındığını -sonradan- öğrendiğimizde doğrusu çok üzüldük..

Biz oraya geldiğimizde yağmur çoktan kesilmiş, izi bile kalmamıştı..

Mecburen müzenin -nispeten- dar mekânına sıkıştırılan böylesine görkemli kokteyli o geniş bahçede yaşayamamak, ev sahipleri kadar bizi de üzdü..

Bu arada yemekten sonra, hem ana müzeyi, hem de dışardaki ayrı bir kapıdan girişi olan Etnografya salonunu dolaştık; bahçeye kurulmuş sahnede de, halk müziğinden ve sanat musikisinden örnekler veren yerel sanatçıları zevkle izledik..

Bu güzel gece boyunca, "Çoruma gidiyorum" der demez, "Leblebi yemeye mi gidiyorsun?" şeklinde 'sözde' espri yapan o 'cahil' İstanbullular aklıma düşüyor, kendi kendime gülüyordum..

Kızılırmak Havzası Çorum Gastronomi ve Yürüyüş Yolu :: İkinci Gün

 

Birinci Gün İçin Buradan


Kentin tek beş yıldızlı oteli olan Anitta Hotel'in çok konforlu odasının pek rahat yatağından sabahın köründe kalkmak epeyi zor oldu ama başka çarem de yoktu..

Zira, saat sekizde Osmancık ilçesine hareket etmemiz program icabıydı..

Pirinç diyarı bu şirin beldeye yapacağımız ziyaretin sebebi, Kızılırmak kenarındaki tesislerde edeceğimiz 'yöresel kahvaltı'ydı..

Kızılırmak üzerinde inşa edilmiş olan Osmanlı eseri Koyun Baba Köprüsü ve ırmağın diğer tarafındaki yalçın bir kaya üzerinde yer alan, çok eskilerden kalma Kandiber Kalesi manzaralı tesislerde neler yediniz diye soracak olursanız; yemek adlarını 'öldür allah' aklında tutamayan bir 'Sonradan Gurme' olarak ben de 'neler yemedik ki' derim çaresizce..

Ancak buradaki dostlar kusura bakmasınlar ama, ertesi sabah Çorum'daki Katipler Konağı'nda karşılaştığım mükellef kahvaltı sofrasının yanında biraz sönük kaldılar..

Bu da onların şanssızlığıydı aslında..

'Üçüncü gün' yazımda bu konuya yine değinirim elbette..

Ancak ben ömrümde böyle bir kahvaltı etmedim arkadaş!

Hatta, ölünce doğrudan gideceğime emin olduğum Cennet-i Ala'da bile bu kapsamda bir kahvaltı sofrasıyla karşılaşacağımı hiç sanmıyorum..

Gazeteci ve yazarların yanı sıra, konuyla ilgili akademisyenlerin, turizm acentesi temsilcilerinin de aralarında bulunduğu gezi kafilemiz karnını -çok şükür- doyurmuş; yemekleri, kaleyi, köprüyü ve bizzat kendilerini, sağdan soldan fotoğrafladıktan sonra da yeniden yola koyulmuştuk..

(O değil de, olağanüstü ve esrarlı bi güzelliğe sahip bir kadın gazeteci arkadaşımızın, Koyun Baba Köprüsü'nün biraz uzağına gerilmiş asma köprüde verdiği pozları gören Osmancıklılar, “Valla uzun zamandır geçmedi böyle bir güzel şu köprümüzden” demek ihtiyacı hissettiler.. Ki bunu burada zikretmeden geçemezdim.)

Hedef, Osmancık'ın kuzeyinde yer alan ve yine Çorum'un bir ilçesi olan Kargı'yı çevreleyen yaylalardı..

Ve ben çok heyecanlıydım; çünkü, yemek yemekten sonra özümün en çok sevdiği eylem türü olan yürüyüş, beni bekliyordu..

Doğanın bağrında yapılacak bu yürüyüşün parkuru, Tepelice-Hacıveliler köyleri arasında olacaktı..

Dağları, bayırları, kırları, vadileri, dereleri aşarak yapılan, zevkli olduğu kadar epey yorucu da olan bu yürüyüşün tek tatsız tarafı, gazeteci nisa'lardan oluşan o malum tayfaydı..

Yok canım.. Öyle birlik olup da, habire içtikleri sigaraların dumanını hep beraber ve aynı anda suratıma üflemediler..

Daha beteri, hayatta tanışmadıkları, ama beyinlerinde dev boyutlara ulaştırdıkları o minnacık hayvancıkların, soylu kanlarına sulandıklarından gayet emin olarak, attıkları her adımda 'Ay kenedir bu.. kene kene!' nidalarıyla, ne kendilerine rahat verdiler, ne bana, ne de etraflarına..

Değil kene, bir sineğe bile rastlamadan tamamladığımız parkurun sonunda hep beraber doluştuğumuz araçlarla Kargı Tatil Köyü'ne yollandık..

Tatil köyü dendiğinde, illa Akdeniz kıyısındaki genişçe bir alanda hep birlikte yiyip içen, havuza, denize giren, akşamları animasyon seyreden, ahalisi de genel olarak Rus ve Almanlardan oluşan bir hengâme aklına gelen biri olarak burayı biraz yadırgadım tabii..

Arkasını dağa ve ormana vermiş bir ana bina ve tek katlı tahta evlerden oluşan bu asude tesiste bizi Kargı'ya has Sırık Kebabı bekliyordu..

Adı üstünde, boylu boyunca sırığa geçirilmiş zavallı kuzuyu -bir de utanmadan- ateşte çevirerek nar gibi kızartmaktan ibaret bu yemekten pek bi şey anlayamadık valla..

Oldukça kalabalık misafir grubunda servis sırası bize geldiğinde, artık donmuş olan yağlara bulanmış et parçalarını kemirmeye çalışmak pek de hoş değildi doğrusu..

Oldukça ıssız görünümlü bu tesis, bunca kalabalığa hizmet verebilecek şartlara sahip değildi sanırım..

Olsun, zaten pek de acıkmamıştık; biraz salata, biraz da karpuzla öğle yemeğini savdık..

Yeniden yola koyulduğumuzda varacağımız yer bir şelaleydi..

Tıpkı bencileyin, mütevazı bir 'şelalecik' olan Kızılcaoluk Şelalesi'ni de gördükten sonra -başımız göğe ermiş bir şekilde- Çorum'a dönüşe geçtik..

Anitta otelinin restoranında verileceği duyurulan Çorum Beşlisi, akşamın sürpriziydi..

İlk duyduğumda, klâsik müzik icra eden bir Bakır Üflemeli Çalgılar Beşlisi hayal etmiştim; ama kıvrak zekam sayesinde, bunun bir araya gelerek grup kuran yemeklerden oluştuğunu fark etmekte gecikmedim..

Düğün çorbası, et yemeği, pilav, su böreği ve baklavadan oluşan bu kentet, Çorum'un düğünlerinde taam edilen geleneksel bir ikram şekliymiş..

Çorum beşlisi tarafımızca sıfırlandıktan, sahnedeki ikilinin müzikleri dinlendikten sonra, oynak müziğe dayanamayan bayan gazetecilerin topluca piste fırlamasıyla ben de odama kaçtım..

Çünkü, dans etmeyi bilmediği halde pistte debelenen insanlar manzarası kadar özümü örseleyen başka bir şey yoktur..

Gelecek Yazı: İskilip'in Dolması Misafirliğin Kısası
 

Kızılırmak Havzası Gastronomi ve Yürüyüş Yolu :: Üçüncü Gün

İkinci Gün


Çorum'daki bu son günümüzün sabahına dünden daha da erken uyanarak başladık..

Bizi önce, yukarıda da bahsettiğim mükellef kahvaltının verileceği Katipler Konağı'na götürdüler..

Abdülhamit döneminden kalma bu pek zarif ahşap konağın bahçesindeki masalardan birine çöktüğümde, karşımdaki diğer masada da Vali Bey konumlanmış, etrafındakilere Çorum'la ilgili yapılması gerekenlere dair görüşlerini anlatıyordu..

Benim derdim ise hem daha başka, hem de daha büyüktü..

Zaten üzeri silme kahvaltılıklarla dolu masaya ara vermeden servis edilen sıcak ve nefis börekleri, haşhaşlı çörekleri, simitleri, keteleri, helvaları, peynirleri, zeytinleri, kaymakları, balları, reçelleri ve daha neler neleri yiyebilmek için sadece bir adet midenin yetersiz kalacağını anladığımda gözlerim dolu dolu olmuştu..


Yiyemeyerek arkamda bıraktığım onca yiyeceğin ağlama sesleri kulağımda, tarihi konağı şöyle bi dolaştıktan sonra -hiç istemeden de olsa- mekânı terk eyledim..

Bugünkü doğa yürüyüşü için artık hazırdım..

Yalakyayla-Akpınar parkurunun başlangıç yerine geldiğimde, dünkü kalabalıktan eser yoktu..

Bizim 'bayan' yazarların tamamı başta olmak üzere misafirlerin büyük bir kesimini oluşturan 'hımbıl milli takımı' yürümeyi reddetmiş; araçlara doluşup İskilip'i gezmeyi ve oradaki Çatalkara Kültür ve Sanatevi'nde sergi dolaşmayı tercih etmişlerdi..

Oysa ben, sonunda tek başıma da kalacak olsam, hatta yolda, kanımı son damlasına kadar emme ihtimalleri olan dev kenelerle de karşılaşsam, bu parkuru başarıyla tamamlamaya ve üç gündür yediklerimin, içtiklerimin hakkını vermeye kararlıydım..

Sırf onlara inat olsun diye giydiğim, her türden kene saldırılarına açık vaziyetteki kapri pantolonumla, 'anti-keneci' yazarlarımızı şaşırtmak pek hoşuma gitmişti..

Lâkin, vakit gelip de yeşil sahaya indiğimde -şöyle hafiften- tırsmadım da değil hani..


Bu seferki yürüyüş parkuru on bir kilometre uzunluğundaydı ve dünkünden daha zorlu olmasına karşın, çok daha zevkliydi..

Bu parkurda yürümek, İstanbul'da haftanın iki üç günü katettiğim -aynı uzunluktaki- Kızıltoprak/ Fenerbahçe/ Caddebostan şeridinde gidip gelmeye pek benzemiyordu..

Daha çok ormanlık olan yolun büyük bir kısmını oluşturan, dibi belirsiz çok derin yarların hemen kenarından başlayan bu daracık patikalar, yüz yıldır peşimi bırakmayan şu kahrolası yükseklik korkumu sınamak için birebirdi..

 

Ayrıca, yol boyunca önümüze çıkan koyun ve sığır sürüleri, çobanlar ve de çoban köpekleri ile 'yolkesen' dereler, bu yürüyüşün heyecanını arttıran diğer unsurlardı..

İskilip'in Dolması Misafirliğin Kısası Makbuldür

Nihayet yolun sonundaki Akpınar köyüne vardığımızda, başta köy muhtarı olmak üzere köylüler tarafından sevgi gösterileriyle karşılandık..

Bizzat ben, muhtar ve ihtiyar heyetinden, bu şirin köyün sorunlarını en kalbi duyargalarımla dinledim..

Kışın çok yağan karın etkisiyle çöken damların ve duvarların üstesinden -şu günlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey olan- milli birlik ve de beraberlikle gelebileceğimizi, kendilerine hassaten bildirdim..

Bu sözlerim üzerine beni yeni kaymakamları sanmalarına hiç ses çıkarmadım..

Hoş, gerçek kaymakam olsam da olmasam da, kendileri için pek bi şeylerin fark etmeyeceğini onlar da gayet iyi biliyordu..

Bu arada, önüne çıkan ak sakallı ya da ilginç kıyafetli yaşlıları ve şirin köy çocuklarını -tek bir fire dahi vermeden- yakalayan, onları evirip çevirerek pozlar verdirten fotoğrafçı mangası da ayrı bir acayiplikti ya neyse..


O değil de, genciyle, yaşlısıyla poz vermeye ne de meraklı milletiz yahu..

(Gerçi, amatör fotografçılık hobimin zirve yaptığı o tıfıl zamanlarımda benim de böyle saçmalıklar yapmışlığım vardır.. Hatta bir keresinde, 'artistik' poz verdirmeye çalıştığım kör bir dilenciyi öyle çileden çıkarmıştım ki adamın gözleri resmen açılmış ve beni epeyi bi kovalamıştı.)

Bizim 'atletik' grup da İskilip'e götürülmüş, Çatalkara Kültür ve Sanat Evi'ndeki Bedri Rahmi Eyüboğlu Sürekli Sergisi ile ilçe merkezi şöyle bi gezdirilmiş; sıra, günün son bombasına gelmişti: Seyirtepe'de İskilip Dolması..

İskilip Dolması mühim..

Pişirilmesi, servisi bir nevi ritüel gerektiren bir yemek..

Üç günde yediklerimin, içtiklerimin haddi hesabı yok; ama bunlarla ilgili hiçbir şey anlatmadığımın da farkındayım..

Sonradan da olsa gastronotluğumun gereğini yaparak, bu yemeğin -tarifini değilse de- yapılış tekniğini biraz anlatayım diyorum.. ha ne dersiniz?.

Bu soruyla izin isteyip, böylece kibarlığımı da gösterdikten sonra yanıtınızı bile beklemeden, ben devam ediyorum..
Öncelikle belirteyim ki bunun dolmayla ya da sarmayla hiçbir ilgisi yok..

'Malzemeler kocaman kazanlara doldurulduğu için bu ad verilmiş olabilir' deyu bir tahminde bulunarak, bu konuyu fazla eşelemeden, kapatıyorum..

Kazanın en altına, kemikli olarak parçalanmış etler yerleştirilir..

Buraya oturtulan sacayak üzerine bir tepsi, onun da üzerine iki torba pirinç konur..

Evet yanlış duymadınız, içi pirinçle dolu iki kocaman bez torba..

Sonra, kenarında bir delik bulunan kazanın kapağı kapatılır; kapağın kenarları da hava almayacak şekilde hamurla bi güzel sıvanır..

Kapağın üstüne bir ağırlık da konduktan sonra, dolmamız 12 saat boyunca ve hafif odun ateşinde pişmeye bırakılır.. (Evet evet! Yine yanlış duymadınız, pişme süresi on iki saat)

Kapağı sıkı sıkı kapalı, üstteki delikten de sürekli buhar çıkaran bu sisteme, 'düdüklü tencerenin atası' da diyebiliriz..

Yemek piştikten, kazan da, tam 12 saat yutkunarak bekleyen ahalinin önünde 'törenle' açıldıktan sonra, 'pilav üstü et' biçiminde servis edilir..

Afiyet olsun..

(Bu yazı dizisi -hesapta- üç bölüm olacaktı ama -bir Numan Serteli klasiği olarak- laf uzadıkça uzadı.. Ama gelecek bölüm acayip heyecanlı, gerilimli ve korku dolu olacak, şimdiden sizi uyarayım.)

GASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDE
GASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDE
GASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDE
GASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDE
GASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDEGASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDE
GASTRONOMİ YOLU BLOG SİTELERİNDE

Resim Galeri