GASTRONOMİ YOLU GAZİANTEP SABAH DA
Bir sabah erken vakitte Osmancık İlçesine gittik. Osmancık, Orta ve Batı Karadeniz’in geçiş noktası olması ve pirinç yetiştirmesi nedeniyle sürekli gündenme olan bir ilçe. Yerel Osmancık gazetesindeki bir köşe yazısından okuduğum kadarı ile, Tarım Bakanlığının pirinç üzerinde yaptığı ıslah çalışmaları sonucunda “Osmancık 97” ismi ile bir pirinç çeşidi “en sağlıklı ve verimli tür” olarak tanımlanmış. Şu anda da Terme’den Gönen’e; Biga’dan Uzunköprü’ye kadar pirinç yetiştirilen her yerde Osmancık 97 yetiştiriliyormuş.
Doğal bir kayalığın üzerine kurulmuş Osmancık (Kandiber) Kalesinin yanında Kızılırmak akıyor. Kahvaltı ettiğimiz yerden bu şahane manzaranın yanısıra yapımına 1484 yılında başlanan Koyunbaba köprüsü de gayet güzel izlenebiliyordu. Doğanın içinde ettiğimiz kahvaltıda bir tek kuş sütü eksikti. Çeşit çeşit ekmekler; taze yapılan gözlemeler; mevsimin bütün yeşillikleri; yöreye ait çeşitli peynirler ve Kargı tulumu. Ayrıca çeşitli pekmezler, reçeller ve sayamadığım çok çeşitte yiyecek...
Büyük şanssızlık, Çorum’daki günlerimi hasta olarak geçirdim! Ne olduğunu fazla anlayamadım, ama doktorun dediğine göre, bulunduğum yükseklikten dolayı bağırsaklarımın ritmi bozuldu. Kendim tarafından istem dışı yaratılan kötü şartlara rağmen parkurların birisini yürüdüm! Ancak, gerek kahvaltıda gerekse öğle yemeğinde ikram edilen o nefis yemeklerin gereğince tadını alamadım, hatta hiç dokunamadım bile.
Kızılırmak havzası gastronomi yürüyüşü, fevkalade iyi organize edilmiş bir etkinlikti. Yürüyüş parkuru, kırmızı ve beyaz boyalarla işaretlenmişti. Yürüyenlerin arasında çok sayıda etkinlik görevlisi vardı. Ayrıca bir ambülans, sağlık görevlisi ve doktor tüm yürüyüş boyunca bizimle birlikteydi. Zaten, canımı dişime alıp yürümemin nedeni de ekipte bir doktor ve ambülâns olmasıydı.
Televizyon izlemem ben. Önceleri, beğendiğim bir iki haber proğramı vardı, çok şükür onları da kaldırdılar, artık tv, yok hayatımda... Ama, eşimin ve oğlumun izlediği belgesellere bazen göz atarım, bazen de cazibesine dayanamayıp izlerim. İşte Kargı yaylasındaki yürüyüş parkurunun başına gittiğimizde kendimi bir belgeselin içerisinde yer alıyor sandım. Çevre o kadar güzeldi ki... Üzeri kapalı bir tahta köprü; etraftan akan sular... Tahtadan yapılmış yayla evleri... Oradan buradan gelen mis gibi kokular... Henüz yeni çiçek açmış, ahlat ağaçları ya da diğer yabani meyveler... Bulutlu bir hava, ama her an açacak olan, bulutların arkasına saklanmış bir güneş.
Sırt çantam biraz ağırdı. İçerisinde su; ilave kazak; harita gibi şeyler vardı. Fotoğraf makinasını eşim taşıdı ve fotoğrafları o çekti, sağolsun! Bize, meyve ve gofretten oluşan bir de kumanya verdiler. İştahsızlığım nedeni ile elmayı yiyemedim, ancak yiyenler öe öve bitiremediler nefasetini. Mecburen bu saydıklarımı da sırt çantamda taşıdım.
Yürüyüş parkurunu organize eden Ersin Demirel’e en fazla “kene” üzerine soru soruldu. Bizim olduğumuz alanda kene vardı ve yakın zamanda Çorum’da beş kişi kene ısırmasından hayatlarını kaybetmişti. Ancak, senede binlerce insanı kene ısırıyordu ve bunun içerisinden yüzde olarak çok düşük miktarda insan ölüyordu. Genellikle kenenin vücudumuza yapıştığını fark etmiyorduk. Bu nedenle özellikle açık yerler sıkıca kontrol edilmeliydi. Eğer kene yapışmışsa, onu vücudumuzdan çıkarmalıydık. Bu işlemden sonra, 48 saat içerisinde mutlaka tam teşekküllü bir devlet hastanesine gitmeli ve tahlil yapılmasını sağlamalıydık. Bu söyleşiden sonra rahatladım ve yürümeye başladım. Hürriyet Gazetesinin Hafta sonu eklerinin editörü Serhan Bey, profesyonel bir yürüyüşçü! Onun ayaklarına baktım. Pantolonunun üzerine, ayakkabısının yüzünden dizine kadar bir kumaş giymişti. Alt kısmı ve üst kısmı büzülebilen bu kumaş, belli ki keneye geçit vermiyordu. Demek ki yürüyecek insanın bu tür gereçleri edinmesi ve giymesi gerek diye düşündüm.
Yürüyüş boyunca, Kızılırmak nehrinin kollarının birinin kıyısından yürüdük. Yeni uyanan doğa o kadar güzeldi ki... Üstelik sağolsun, yağmur da yağmadı! Patika boyunca, zaman zaman karşımıza aşırı ıslak toprak, su birikintisi gibi engeller çıksa da başarı ile hepsini atlattık... Ben pek konuşmadığım için kuşları dinleme fırsatım da oldu... Kuşların sesini duyunca, “acaba değişik yuvalar yapan kuşlar varmıdır?” diye düşündüm ama etrafı kolaçan etme fırsatım olmadı. Önüme bakmam ve yürüyen guruptan çok geri kalmamak zorundaydım. Parkur, Kargı yaylasından başladı, aşağı doğru indi diyebilirim. Yani, Allah var, ben hasta halimde bile fazla zorlanmadan yürüyebildim. İçerisinde bulunduğum güçsüzlük nedeni ile parkurun bitmesine sadece 50 metre kala, ambülansa bindim. Beni parkurun sonuna, yemek yiyeceğimiz yere götürdüler. Doktor geldi. Şikayetimi sordu. Bana mide bulantım için bir ilaç verdi. İlaç iyi geldi, düzeldiğimi hissettim. Galiba açık havada yürümek de çok iyi gelmişti.
Çorum Valiliği, turizmi çok ciddiye almış. Bastırdıkları broşürler, bilgi vermek açısından gayet güzel. Broşürlerden birinde yürüyüş parkurları için bolca bilgi var. Haritalarla desteklenen bilgilere göre, Çorumda değişik etaplarda 300 kilometrenin üzerinde yürüyüş parkuru var. Hepsini yapamam ama, Allah kısmet ederse, tekrar Çorum’a gidip, o yaylalarda yeniden, bu sefer sağlam olarak yürümek isterim.
Çorum Valiliği, “Çorum Mutfağına Güzelleme” isminde kalın bir yemek kitabı hazırlatmış. Çorum’daki iyi yemek pişiren hanımların verdiği tariflerin arasında pek ilginç olanları da var... Ben burada, başka bir yemek kitabından bahsetmek istiyorum. Çorum’daki Hitit Üniversitesinin Türk Halkbilimi Topluluğu tarafından kişilerle konuşularak hazırlanan kitap, 2005 yılında basılmış. İsmi: 2005 yılında Çorum’dan Derlenen İmgesel yemekler... Bu kitabın 26. Sayfasında “Kargı sırık kebabı” var. Yani, bizim Kargı’da yürüyüşten sonra öğle yemeği olarak yediğimiz kebab... Bu yemeği yapmak için bir tane kuzu ya da oğlak; bir miktar iri tuz; 1,5 metre uzunluğunda çam ya da köknar ağacından kesilmiş 1,5 metre uzunluğunda bir sırık; ayrıca 20 santimlik 2 adet tel ile 20 santimlik dört adet çubuk gerekiyor.
Kuzu ya da oğlak kesildikten sonra derisi yüzülüyor. Hayvanın iç organları tamamen boşaltılıyor. Temizlenen hayvanın tam ortasından bir sırık geçiriliyor. Hayvanın boyun kısmı ve arka ayakları tel yardımı ile sırığa sıkıca bağlanıyor. Bu şekilde kuzunun pişerken sırıktan düşmemesi sağlanıyor. Hayvanın açılan kısımları da çubuklar geçirilerek kapatılıyor. Böylece, ateşte döndürülerek pişiriliyor. Hayvanın akan yağlarına “serit” adı veriliyor ve bir tepside toplanarak, yenilmeden önce ısıtılıp ekmek batırılarak tüketiliyor.
Fotoğrafta görüyorsunuz, Kargı kebabı pek nefis bir şey. Kitapta yazdığına göre her sene Kasım ayının ilk haftasında panayır yapılır, gelen misafirlere kargı kebabı ikram edilirmiş. İkram, 70-80 kuzu kesilerek gerçekleştirilirmiş. Bu kebabı, Çorum’da yapan bir dükkanın fotoğrafını da yayınlamıştım. Evet, Çorum’a gittikten sonra Kargı kebabına ulaşmanız pek zor değil, denemenizi tavsiye ederim.